Nevzat Yalçıntaş, Cumhuriyet'i batmaktan nasıl kurtardı?
Mehmet Şahincileroğlu, kaleme aldığı 'Bâb-ı Âli'nin İzinde' isimli kitapta Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili bir gerçeği yıllar sonra ortaya çıkardı. Şahincileroğlu'nun kitabında Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş'ın Cumhuriyet'i batmaktan nasıl kurtardığı ilk kez yayımlandı.
Geçtiğimiz günlerde Ritim Plus Yayınları etiketiyle yayımlanarak raflardaki yerini alan “Bâb-ı Âli'nin İzinde” isimli kitapta ilk kez yayımlanan birçok belge ve bilgi, gündeme bomba gibi düştü.
Gazeteci Yazar Mehmet Şahincileroğlu, uzun araştırmaları sonucunda kaleme aldığı kitapta Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili şaşırtan bir gerçeği yıllar sonra ortaya çıkardı.
Türk Basın Tarihi ve Türk Yayıncılık Tarihi'ne dair ilklerin anlatıldığı kitapta Şahincileroğlu, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş'ın Cumhuriyet'i batmaktan nasıl kurtardığını anlatıyor. Yine kitapta, öldürülen gazeteci Abdi İpekçi'nin şair Can Yücel ile ilgili kurdukları hayaller anlatılırken Atatürk'ün telgraf çekip kutladığı yayıncının kim olduğu da ortaya çıktı.
Kitabı yazma fikri nerden çıktı?
2015 yılının sonlarıydı. Tarihçi Yazar Ahmet Almaz'ı İzmir'e yolcu etmek İstanbul Atatürk Havalimanı'na gittim. Uçağın kalkmasına epey bir zaman vardı. Zaman geçirmek için havalimanındaki bir kafeteryaya oturduk. Bir taraftan çaylarımızı yudumluyor diğer taraftan Ahmet Bey'in yazdığı kitaplar üzerine konuşuyorduk.
Ahmet Bey, bir arada “Sen niye kitap yazmıyorsun? Kendi alanınla yani basınla ilgili bir kitap yaz! Başarılı bir çalışma ortaya çıkaracağına inanıyorum.” dedi.
Şaşırdım. Duraksadım. Beynimde sözcükler dalga dalga oldu. Kitapları olan bir yazardan bu sözleri duymak gururumu okşadı. Aslında o güne kadar yazdığım şiirler, öyküler ve birkaç roman taslağım vardı. Doğrusu, böylesine önemli bir inceleme-araştırma tarzında kitap yazmak, hiç aklıma gelmemişti.
“Peki, Ahmet Bey! Neler yazabilirim? Var mı bir fikriniz? Siz, kitap yazma konusunda tecrübeli birisiniz. Biraz tüyo verebilir misiniz?” dedim.
Ahmet Bey, biraz düşündükten sonra “Sen, eve gidince düşün! Neler yapabileceğin konusunda bir araştırma yap! Kitabı yazmaya başladığın zaman yine karşılıklı fikir alışverişi yaparız!” dedi. İşte bu kitabın yazılma macerası böyle başladı.
Buna nasıl karar verdiniz?
Eve gittim. O akşam uzun uzun neler yapabileceğimi düşündüm. Farklı bir şey yazmalıydım. Alternatifler bulmaya çalıştım. Araştırmalar, incelemeler… İlk başta plansız bir çalışma içerisine girdim. Yaklaşık 30 sayfa yazdım. İçime sinmedi. Dosyayı bilgisayarıma kaydettim. Bu kez oturdum. Yeniden düşünmeye başladım. Bir sınır çizmeli, plan oluşturmalı, o plana göre hareket etmeliydim. Tabi, ilk çalışmam olduğu için bocalıyordum. Sonunda bir konuda karar kıldım: Bâb-ı Âli. Türk Basını ve Türk Yayıncılığı'nın doğduğu yer Bâb-ı Âli olmalıydı kitabımın konusu. Artık araştırma ve incelemeye koyulabilir, adım adım ilerleyerek yazmaya yeniden başlayabilirdim. Oluşturduğum plan çerçevesinde Bâb-ı Âli yolculuğuna böyle çıktım.
Harf İnkılâbı'nın Türk Basın Tarihi'ne etkisi ne olmuştur?
1928 sonlarına doğru basın sektörü için sıkıntılı bir süreç başladı. 1 Kasım 1928'de 1353 sayılı “Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun”un kabul edilmesi, eski yazı yeni yazı karmaşasını ortaya çıkardı. Yasa gereği, 1 Aralık 1928'den itibaren gazetelerin Latin Harfleri ile basılması zorunlu hale getirilmesine rağmen gazeteler, Mustafa Kemal'in Latin Harfleri'ni ilk kez resmi olarak duyurduğu 9 Ağustos 1928 tarihindeki Sarayburnu Konuşması'ndan itibaren sayfalarında “kıraat sütunları” ile yeni harflere yer vermeye başladılar. Gazetelerde konuyla ilgili olumla bir hava estirildi. Harf Devrimi'nin bir dönüm noktası olacağı, gazetelerin modern bir görünüme kavuşacağı, tirajlarda bir yükseliş olacağı beklentisi oluşturuldu. Nihayetinde gazeteler yeni harflerle yayınlanmaya başlayınca olumsuz etkiler hissedilmeye başladı. Birçok gazete kaybettiği okurunu yeniden geri kazanmak için farklı politikalar izledi. Dönemin hükümeti, bazı gazete ve dergilere yardımda bulunsa da mesela Resimli Gazete ve İkdam gibi gazeteler kapanmıştır.
“Atatürk'ün telgraf çektiği kişi, İbrahim Hilmi Çığıraçan'dır”
Yine kitapta Atatürk'ün bir yayınevi sahibine telgraf çekme bölümü dikkatimi çekti. Birazdan ondan bahsedelim.
Gazeteci Yılmaz Özdil, “Mustafa Kemal” kitabında 1924 yılında Erzurum'daki deprem sonrası İstanbullu bir kitapçının o güne kadar görülmemiş, duyulmamış bir yardımda bulunduğunu yazar. Özdil, o kitapçının Erzurumlu depremzede çocuklara bin liralık kitap gönderdiğini ve Mustafa Kemal Atatürk'ün bu olayı öğrenir öğrenmez kitabevi sahibine telgraf çektiğini anlatır ancak Özdil, bu konuda herhangi bir isim zikretmez. Atatürk'ün o telgrafına kitabımda yer verdim. Telgrafta Atatürk, o isimden Hilmi Bey diye bahseder.
Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan, Bâb-ı Âli'de ilk kitapçı dükkânını açan isimlerden birisidir. Sırasıyla 3 farklı isimde yayınevi kurmuştur. İşte, Yılmaz Özdil'in bahsettiği ve Atatürk'ün telgraf çektiği o yayınevi sahibi İbrahim Hilmi Çığıraçan'dır. Zaten Çığıraçan, Milli Mücadele Dönemi'nde Samsun'da bir kitap deposu açarak oraya alfabe ve ders kitapları gönderip Anadolu'daki öğrencilerin kitapsız kalmasını önlemiştir. Bu konuyla ilgili bilgiler, ilk kez kitabımda yer aldı.
Cumhuriyet, batmaktan nasıl kurtuldu?
Kitap'ta Nevzat Yalçıntaş'ın, Cumhuriyet'i batmaktan kurtardığından bahsetmişsiniz. Cumhuriyet Gazetesi ile Yalçıntaş nasıl bir araya gelebilmiş o dönem?
Nevzat Yalçıntaş, siyasi düşüncesi ne olursa olsun gerek yaşantısı gerekse bilgi ve tecrübesiyle her kesim tarafından sevilen, sayılan bir kişilikti. Bir konu hakkında yardım istendiğinde kimseyi kırmayan, yardımcı olmaya çalışan birisiydi. Dolayısıyla o dönemde yani 1960'lı yıllarda Cumhuriyet Gazetesi'nin muhasebe müdürü olan kişi de Nevzat Yalçıntaş'ın yanına gidiyor. Cumhuriyet batma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Yalçıntaş'tan yardım istiyor. Yalçıntaş, bir gün ailesiyle birlikte Yeşilköy'de tatil yaparken Cumhuriyet'in muhasebe müdürü yanına gelir. Kısa bir sohbetten sonra gazetenin mali sıkıntıda olduğunu anlatır ve Cumhuriyet'i bu durumdan ancak Yalçıntaş'ın kurtarabileceğini söyleyerek yardım istemeye geldiğini açıklar.
Nevzat Yalçıntaş, tabi bu duruma önce şaşırıyor sonra da teklifi kabul ediyor. Yalçıntaş, 10 ay boyunca Cumhuriyet'i yöneterek gazetenin kapanmasının önüne geçiyor, gazeteyi batmaktan kurtarıyor. Uyguladığı politikayla Cumhuriyet'in mali sıkıntıdan kurtulmasını sağlayıp eksi durumdan artı duruma geçen bir Cumhuriyet konumuna getiriyor. Nevzat Yalçıntaş'ın bu anısı ilk kez kitabımda (Bâb-ı Âli'nin İzinde) yayımlandı.
Yine aynı bölümde Cemil Meriç'in Paris'te yazdığı aşk mektubundan da bahsedelim.
Cemil Meriç, 12 Ocak 1965 yılında gözlerinden tedavi olmak için Paris'e gider. Nevzat Yalçıntaş da o dönemde Paris'tedir. Meriç'in mükemmel bir Fransızca'sı vardır. Yalçıntaş, öğrenci arkadaşları ve birlikte takıldığı akademisyenlerle zaman zaman ‘Cafe de Dupont' isimli mekanda vakit geçiren Cemil Meriç'i ziyaret giderler. Yalçıntaş'ın arkadaşlarından biri, Fransız bir kıza sırılsıklam âşıktır. Yine bir gün bu sohbetlerden birinde âşık arkadaş, Cemil Meriç'e durumu utangaç bir tavır ile anlatır. Meriç, önce tebessüm eder sonra da mektubu yazdıracağını söyler. Bu arkadaş, Meriç'in mektup talebine onay vermesinin ardından sevinçten deliye döner. Âşık olan arkadaşın ağzından kıza Fransızca mektup yazılır. Cemil Meriç'in etkileyici Fransızca'sıyla yazılan o mektup muhatabı üzerinde fevkalade tesirli olmuştur.
Eygi, ‘Kanlı Pazar Olayları'nı kışkırttı mı?
Kitabınızda Mehmet Şevket Eygi ile ilgili bölümde ilginç bilgiler yer alıyor.
Mehmet Şevket Eygi, gazete çıkardığı bir dönemde (1968) Yahudiler'den ilginç bir teklif aldı. Peki, Yahudiler'in teklifi neydi?
Eygi, bu durumu şöyle anlatıyor: “Bir ara Yahudiler bana, adam gönderdiler, ‘Aleyhimizdeki yayınları kes! -o zamanın parasıyla - 300 milyon lira verelim!' diye. Sene 1968. Ben kabul etmedim. İkinci gün 500 milyona çıktı bu. Yine kabul etmedim. Hatta dedim ki, ‘Sizin aleyhinizdeki kampanyayı durdurursam okuyucularım bana ne der.'. Akıl da verdiler: ‘Bizimle ilgili yazıları durdur, iki gün sonra dönmelerin aleyhine kampanya aç!' diye. Beni satın alamadılar.”
Mehmet Şevket Eygi, ‘Kanlı Pazar Olayları'nı kışkırtmakla suçlandı. ‘Kanlı Pazar Olayları'nı kışkırtmakla suçlanan Eygi, vefatından önce bana yaptığı yazılı açıklamasında bu konuyla ilgili “Bu olaylar olduğunda hac vazifesini yapmak üzere Suudî Arabistan'da bulunmaktaydım. O tarihte cep telefonu yoktu. 2 ülke arasında normal telefon da yoktu. Hadiseleri kışkırtmak bir tarafa durumdan hiç haberim olmadı. Yazılarımı biriktirip 15-20 günlük aralıklarla THY ile elden gönderiyordum. O tarihte, birtakım anarşistler ve teröristler dehşet saçıyordu. Seçimle gelmiş iktidarı devirip Türkiye'de Marksist bir rejim kurmayı hedefliyorlardı. Müslüman çoğunluk onlara karşıydı. Taksim'de 2 grup karşılaşmış. İlk taşı solcular atmış. 2 kişi ölmüş. Benim bunlardan hiç haberim yoktu. Böyle bir hadisenin organizatörü, suçlusu ben olsaydım yurda döndükten sonra devlet ve adalet yakama yapışmaz mıydı? Elimde, beni bu konuda suçlayan ve hakaret edenleri tazminata mahkûm eden bir mahkeme kararı da bulunmaktadır. Taksim Kanlı Pazar Olayları, rejimi devirip Kızıl bir diktatörlük kurmak isteyenlere karşı Müslüman çoğunluğun karşı çıkmasından dolayı meydana gelmiştir. Kızıllar'ın sokağa çıkma, toplanma hürriyeti var da Müslüman çoğunluğun yok mudur? Nitekim, 68 olaylarını organize eden ve Devrimci Öğrenci Birliği'nin kurucusu bir kanalında katıldığı tv programında, ‘Müslümanların olaylara dâhil olmasına kendilerinin sebep olduğunu ve Taksim'de ilk taşı kendi arkadaşlarının attığını' anlatmıştır” dedi. Bunu kitabımda da aynı şekilde anlattım.
Abdi İpekçi ve Can Yücel'in hayali
Kitap'ta Abdi İpekçi, Can Yücel, Mehmet Harmancı, Refik Erduran'ın Kore'de birlikte askerlik yaptığı bilgisi de var. Ama İpekçi ve Yücel'in birlikte kurdukları hayaller…
Abdi İpekçi ile ilgili belgelere ulaşmamda yardımlarını esirgemeyen Nükhet İzet'e (Abdi İpekçi'nin kızı) buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Abdi İpekçi, 1952 yılında yedek subay olarak vatani görevini yapmak üzere Kore'ye gider. Askerliğini de çevirmen olarak yapar. İpekçi'nin askerlik yaptığı isimler arasında Can Yücel, Mehmet Harmancı, Refik Erduran gibi isimler vardır. Özellikle Abdi İpekçi ile Can Yücel, cephe gerisindeki boş zamanlarında geleceğe dair yapmak istedikleri işlerin planlarını yaparlar, hayaller kurarlar. İpekçi ile Yücel'in en büyük hayallerinden birisi askerlikleri bitince Türkiye'ye döndükleri zaman bir çevirmenlik bürosu açmak. Askerlik dönüşü İpekçi, Milliyet'te çalışmaya başlayınca bu düşünceler sadece hayal olarak kaldı.
Kitap'ta dikkat çeken bir başka bölümse Mehmet Barlas ile ilgili bölümde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı cezaevinde ziyareti ve oradaki diyaloglarına yer vermişsiniz.
Şu anki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 26 Mart 1999 yılında Pınarhisar Cezaevi'ne girmişti. O dönemde Erdoğan'ı cezaevinde sürpriz bir isim ziyaret etmişti. O isimde Gazeteci Mehmet Barlas'tı. Ziyaretin ayrıntılarını Mehmet Barlas, daha sonra “Belediye başkanıyken (Recep Tayyip Erdoğan) 28 Şubat'ta hapse atılmıştı, cezaevinde ziyarete gittiğimde ona Turgut Özal'ın kitabını götürdüm. Ben yazmıştım zaten kitabı da “Anılarla”. Dedim ki, “Bunu oku ki, başından neler geçecek ileride. Gör!” demiştim. Gayet mutlu olmuş, gülümsemişti…” sözleriyle anlatır.
Kitap'ta dikkat çeken bir başka bölüm ise Fehmi Koru'nun biyografisinde geçiyor.
Fehmi Koru, Türk Basını'nda bilgisayarı ilk kullanan gazetecilerdendir. Bu, onun arşivleme özelliğini geliştirdi ve bilgiye kolayca erişmesini sağladı. Diyebilirim ki, Fehmi Koru Basın Tarihi'nde teknolojiyi en iyi kullanan gazetecilerdendir. Hatta başında gelebilir.
İlber Ortaylı'dan ‘gazeteci'lik itirafı
İlber Ortaylı'nın hayatına gazeteciliğin katkısını konuşalım biraz da…
İlber Ortaylı, Altan Öymen'den aldığı teklifle gazeteciliğe ilk adımı Milliyet'te atar. Yıl, 14 Mayıs 1983. Ortaylı, gazeteciliğin hayatına olan katkısını “Gazetecilikteki o 3 ay, beni düzeltti, dilime açık bir üslup getirdi” sözleriyle anlatır.
Hrant Dink'i ağlatan olay nedir?
Hrant Dink, Aralık 1985'te Denizli 12. Piyade Alayı'nda 187. kısa dönem olarak vatani görevini yapmaya başlar. Bölükte 150 kişilerdir. Çavuşluk sınavı yapılır. Sınavda tüm arkadaşları yüz üzerinden yüz alır. Tabi, Hrant Dink'te aynı başarıyı gösterir ama her nedense arkadaşları çavuş yapılır, o çavuş yapılmaz. Devreleri erbaş rütbesi takarken o er olarak kalır.
O sırada 2 çocuğu olan ailesine karşı kendini ispat etmesi gerektiği duyguları taşıyan Hrant Dink'i bu ayrımcılık o kadar üzer ki, devreleri aileleriyle mutluluklarını paylaşırken o teneke barakanın arkasına geçer ve hüngür hüngür ağlar. Ağladığını birileri duymasın diye de elindeki anahtarı oluklu teneke barakaya sürter.
“Abdullah Gül'den tebrik mektubu aldım”
Kitabınıza karşı tepkiler nasıl?
Açıkçası, şu ana kadar gerek meslektaşlarımdan gerekse STK ve siyasi parti temsilcilerinden gayet güzel geri dönüşler alıyorum. Arkadaşlar vasıtasıyla kitabımı takdim ettiğim 57. ve 58. Hükümetler Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Ali Coşkun tebrik ederek çalışmamdan dolayı kutladı.
Örneğin, 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'ün özel kalemi aradı geçen gün. Abdullah Bey'in kitabımı incelediğini, çok beğendiğini, bu konuda teşekkürlerini iletti. Hatta bununla ilgili bir tebrik mektubu gönderip şahsımı onurlandıracağını söyledi. Bu durum, fevkalade mutlu etti beni. Dışişleri Bakanlığı yapmış, Başbakanlık yapmış, Cumhurbaşkanlığı yapmış, AK Parti'nin kurucularından biri olan bir siyaset adamının şahsımı bu şekilde onurlandırmasından daha güzel ne olabilir ki…
Yine Saadet Partisi Genel Başkanı Sayın Temel Karamollaoğlu aradı. Uzun uzun sohbet ettik. Kitabımı incelediğini, emek verilen bir çalışma olduğunu belirtti. Herhangi bir siyasi görüşe yer vermeksizin her kesimi kucaklayan güzel bir kitap ortaya çıkardığım için tebrik etti, başarılar diledi.
Cumhuriyet Halp Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da bir mektup göndererek şahsımı onurlandırdı.
Türk siyasetinin perde arkasında kalmış hatıralarının ortaya çıkartması ve tarihe not düşülmesi bakımından Gazeteci Yazar Mehmet Şahincileroğlu'nun bu araştırması önemli bir çalışma olmuştur. (Önce Vatan Gazetesi, Suat Gün)