Eylül Arı

Ölü ruhlar hastanesi - Kısım I

Eylül Arı

Sabah uyandığımda kendimi terkedilmiş bir odada buldum. Duvarlar dökülmüş, yerlerde anılar. Perde kasvete boyanmış bir şekilde içeri sızan rüzgarla dalgalanıyor.

Toza bulanmış kağıt parçaları anıları süpürüyor. Bense ne olduğunu anlamadan doğruluyorum. Bedenimin üzerine içinde olduğum bina yıkılmış gibi. Her bir uzvum kopacakmışçasına ağrılar içinde. Beynimin içi uyuşuk. Lambasız odaya sızan günışığı gözlerimi buğulandırıyor. Beni alıp buraya mı koydular, yoksa kafamın içinde miyim ayırt edemiyorum. Ayağa kalkıyorum yataktan destek alarak.

Ayaklarıma anılar batıyor, aldırmıyorum. Sendeliyorum ama tek bildiğim şey buradan çıkmam gerektiği, kaçmam gerektiği. Çünkü eğer hapsolduysam beni bırakmayacaklar. Yürümeye başlıyorum yavaş yavaş. Ellerime bakıyorum birden, kırmızıya boyanmışlar. Üstümde yaşananların lekesi. Kan kırmızısı. İdrak etmem güç, adımlarım sağlam. Çıkıyorum odanın kapısından. Sağa ve sola ayrılan koridor ortak noktada buluşup merdivene bağlanıyor. Bulunduğum binanın en üst katındayım.

Kafamı yukarı kaldırdığımda gördüğüm şey ölü kuşların bedenlerini cam tavana bırakmaları oluyor. Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı atmaya başlıyor. Çünkü anladım ki buraya giren canlı çıkamıyor. Bir nefes alıyorum, dur diyorum daha yeni başladık. Sağımda ki yoldan yürümeye başlıyorum, sıra sıra odalar. Kimsesiz, yapayalnız yataklar. Kimi odalarda sedyeler, kimilerinde tahtadan yapılmış çürümüş beşikler. Yürüdükçe kayboluyorum sanki.

Duvara sürüyerek ellerimi acıtıyorum ama yolumu kaybetmemeliyim. Korkudan titrerken önüme düşen bir iki saç telini atıyorum kulağımın arkasına. Sanki öyle önümü daha kolay görebilecekmişim gibi. Sessizlik kulağımı daha çok yırtsın diye bu eylem. Ansızın bir odaya giriyorum, istemsizce yapılan bir atak. Ayağıma kırılmış bir çerçeve ve içinden çıkmış bir fotoğraf çarpıyor, canımı yakmıyor.

Fotoğrafta bir çift ve bebek. Suratlarında yaşadıkları acının ifadesizliği, bebeğin donukluğu ve siyah beyaz bir hayat. Belki de son fotoğrafları. Belki de bu hayata bıraktıkları tek anı. Yatağın kenarına takılmış bir çift kelepçe. Çarşafın üzerinde atılan çığlıkların izi. Tavanda çaresizliğin aynası var. İçim ürperiyor. Yavaş yavaş geri çıkıyorum arkamı dönmeden. Sanki odada yaşanan bütün hüznü içimde hissediyorum. Bir kez daha sendeliyorum. Korkuyorum, adımlarımı hızlandırıp merdivenlerden iniyorum dikkatsizce.

Üç kat iniyorum, beynimin en üst katmanından en alt katmanına doğru. Binanın toplanma alanına geliyorum. Duvarlara asılmış haritalar, yönlendirmeler ve hemşire fotoğrafları. Ortalıkta dağınık duran, yüzeyi yırtık koltuklar. Kim bilir kaç can yaşlandı oralarda. Kaç can kaçamadı tutsaklıktan. Her yerde işkence aletleri, insanları kurtarmak diye adlandırdıkları işkence aletleri.

Ben neden buradayım artık biliyorum. Buradan kaçtığımda arınacağım bütün siyahlardan. Peki neden ellerime üzerime bulaşmış bu kan? Bileklerimden akan kan bu. Son bulmasını istediğim acılara son vermeye çalışırken kendimi daha kötüsüne sürüklediğim kan bu.

Hayal meyal hatırlıyorum. Evimin küvetinde son bulmasını isterken her şeyin, uyandığım yer burası. Ama ben buraya ait değilim ki. Ben bu değilim. Uzun süre anlamlandırabildikten sonra çıkış kapısı olarak gördüğüm kapıya yöneliyorum. Eğer çıkamazsam sebebi düşüncelerimin beni tutsak etmesidir. Buna izin vermiyorum.

Kapıdan bir adım atıyorum, güneş gözlerimi daha çok kısmama sebep oluyor. Buna da alışırım. Çıktığımda beni karşılayan koskoca bir orman. Ne yol var, ne başka bir şey. Dümdüz yürümeye başlıyorum ormana doğru. Kaybolurum ama çıkarım beyaza. Düşerim ama acıtmaz canımı bundan sonrası.

Koca ağaçların arasında küçücük kalıyorum. Kayboluyorum gözden. Kayboluyorum kafamın içinde. Beyazı bulana kadar yürüyeceğim. Tekrar var edeceğim kendimi. Yavaş yavaş. Sabırla.

Yazarın Diğer Yazıları